Edebiyatımızda “tip” ler ve tahlilleri (Farklı cinsel eğilimiyle Köroğlu)

Edebiyatımızda “tip” ler ve tahlilleri (Farklı cinsel eğilimiyle Köroğlu)

Destan, mesnevi, roman, hikaye, tiyatro gibi olaylara dayanan edebi eserlerde, o vakayı gerçekleştiren aslî bir kahraman vardır. Bu kahraman o eserin belkemiği gibidir. Eserlerde anlatılan tüm duygu ve vakalar ona bağlanır. Bu kahramanlar bazen basit bazense karmaşık kişiliklere sahiptirler.

Bu kahramanların edebiyatımızda yazılmasında ve ifade edilmesinde karşılıkları “tip” kelimesidir. Köroğlu’ndan başlayarak bu kahramanları delilleriyle tahlil etmeye çalışacağım.


Türk tarihine baktığımızda Köroğlu’na en yakın tip Alp tipidir diyenler vardır. Bazı eserde Köroğlu’ndan bahsedilirken Alp geleneğinin yetiştirdiği bir kahraman olarak bahsedilir. Ben bunun öyle olmadığını düşünüyorum.

Alp geleneğine baktığımızda Alp’lerin özellikleri olarak şunları sıralayabiliriz

a- Hayatlarının manasını kuvvetli olma ve galip gelmede ararlar
b- Şüphesiz Dede Korkut ve Oğuz Kağan soyundan gelirler
c- “Yiğitlik”i en üstün kıymet sayarlar
d- Aktif dışa dönük savaşçı tiplerdir
e- Açık mekan adamlarıdır
f- Etraflarında hayvancı göçebe toplulukları vardır
g- Güçlerini ispatlamada hayvanlarla güreş ve mücadeleleri konu edilmiştir
h- Annelerine bağlılıkları ön plandadır
i- “Efendi” didirler yani yaşadıkları toplumun burjuvazisidirler. Aşiret reisi veya sultanıdırlar.
j- Sağlam bir iktisadi temelden gelirler
k- Safiyet, adalet, örf ve adetlere sahiptirler
l- Toplum kahramana tekaddüm eder
m- Kuvvete karşı kuvvet kullanırlar
n- Sevdiğini “yiğitlik”le elde ederler

Köroğlu

a- Babası Bolu Beyi’nin bir rivayete göre İran Şahı’nın seyisidir.
b- Alp lerin tersine kendi toplumunu kendi oluşturur
c- Sağlam bir iktisadi temelden gelmemektedir
d- İntikam için önüne gelen her gücü yok etmeyi hedefler
e- Safiyet, adalet, örf ve adetlere bağlı değildir
f- Hayduttur
g- Haklı veya haksız, güçlü veya güçsüz her kesimden insanın hakkına tecavüz eder, kuvvet kullanır.
h- Her türlü hileye başvurmaktadır ve onu harekete sevk eden şeyler gayr-i ahlakidir
i- Sevdiğini zorbalıkla elde eder

Günümüzde filmi yapılan ve filmde Bolu Beyi’nden intikam alan Köroğlu tiplemesi, Köroğlu hikayesine çok çalışan halkbilimci Pertev Naili Boratav tarafından Marksist bir çizgiye çekilerek zenginden alıp fakir fukaraya dağıtan bir tipe çekilmiştir. Oysa Köroğlu Çamlıbel’e ayak basan herkesten haraç almaktadır ve kervanları soymaktadır.

Farklı cinsel eğilimiyle Köroğlu

Köroğlu Ayvaz’ı İstanbul’dan hile ile kaçırmıştır. Filmde belleklerimize kazılanın aksine Ayvaz reşit olmamış çocuk değil reşitliğini çoktan geçmiş sakalsız bıyıksız bir oğlandır. Köroğlu, sazcının çırağını da aynı yöntemle kandırır ve yine onu da kaçırır ki sazcının çırağı da ergenliğini geçmiş ama sakalı, bıyığı çıkmayan bir oğlandır. Sazcının çırağının kaçırıldığını duyan ve Köroğlu’nun peşine düşen Kenan cinsi bakımdan mazohist bir sapıktır. Enteresandır ki Köroğlu’nun Çamlıbel’e topladıklarının tamamına yakını bu tipten insanlardır. Alp geleneğinden gelen birinin bu tip insanlara ödül vermesi mümkün değildir.(1)

Köroğlu, “vazife, adalet, müsavat, kardeşlik” gibi ulvi duygularla hareket edecek adam değildir. Bana göre Köroğlu kısmen alp tipi hem de tecavüz ettiği Müslüman toplumun ölçülerine göre dejenere bir tiptir. Dejenere bir tip olmasındaki en büyük neden normal bir topluma dayanmaması, yanına topladığı yandaşlarının eğilimlerini yaşamalarına müsaade etmedir. Bu sebeple o alp arşetipi değildir.

Halkımızın belleğinde oluşan Köroğlu tiplemesi Yeniçeri şairi Köroğlu, Osmanlı iran savaşlarına katılmıştır. İyi bir askerdir. (16 ve 17'nci yüzyılda yaşadı), benim yukarıda bahsettiğim farklı eğilimleriyle Köroğlu karışımından ibarettir. Oysa Çamlıbel’e yerleşen Ruşen (Köroğlu) Osmanlı devletine hizmet etmemiş ömrünü haydutlukla geçirmiştir.




Bekir K Ahıskalı
Mayıs 2009

Edebiyatımızda “tip” ler ve tahlilleri


Yaralanılabilecek Kaynaklar

1- Taş baskı Köroğlu hikayesi
2- Köroğlu Destanı, 1931 Pertev Naili Boratav
3- Köroğlu-Dadaloğlu ve Kuloğlu, Cahit Öztelli
4- Mehmet Kaplan Tip Tahlilleri

Yüzü kızardı başını eğdi "ŞEY" bile diyemedi


Yüzü kızardı başını eğdi "ŞEY" bile diyemedi

Sen kitap okumuyorsun, seninle arkadaş olamayız.
Bunu ilk dediğimde yüzüme manalı manalı baktı. Bu küçümser bir bakış hoşuma gitmemişti.

“Değişirim...Senin için değişirim” demişti. Değişeceğine inanmasam da susarak olur demiştim. Ne dediğimi biliyordum ve yanlış yaptığımın farkındaydım. Ona bir şans daha verilmeliydim ve ben bu şansı verdim..

Tam bir yıl sözde bana ayak uydurduğunu, değişmeye çalıştığını göstermek istedi ama aslında beni kendine uydurmaya çalışıyordu. Ben kurallarımdan taviz verdikçe boğuluyor olsam da o kurallarıma uyuyor izlenimi vermeye çalışıyordu. Oysa ki benim hedef koyduğum bilgeliğe değil kendini hedefinde olan tembelliğe ve dolayısıyla cehalete prim vermiş oluyordum.

Geleceğimiz adına kararlar vermeliydik. Attığımız her adım bizim geleceğimize ne şekilde taşınacağımızı gösteriyordu.

Aradan geçen zaman bana göre uçurumu daha bir uçurum yapmış, ona göre aradaki anlaşmazlık çözülmüştü. Kurallarımın yerle bir edilmesi beni o kadar rahatsız ediyordu ki dayanamıyordum. Kendime ve ona verdiğim sözü tutma adına bu bir yıl böyle devam etti. Olmadık zamanlarda sürprizler yaptı... Olmayacak anlarda beni mutlu ettiğini düşünse de içimde ağlayan...inleyen ve sıkılan beni görmek istemiyordu. Benden çaldığı zamanım,ı bende kendi dinlenmemden çalarak ona vakit ayırdım. Geçen bir yılımız bana o kadar çok şey kattı ki anlatmakla bitmez.

Bana söz verdiği değişme yıldönümünde bu kez ben değişiklik yaparak kendisini yemeğe davet ettim. Yemek boyunca ne iyi ettin, bu çok iyi geldi gibi laflar konuşup durdu. Yemeğimiz bitmiş kahvelerimizi içmiştik. Tıka basa yemiş ve çok eğlenmiştik.

Kapanması gereken bir hesap vardı. Garsonu çağırdım hesabı istedim. Hesap getirildi ve ben ısrarlara rağmen hayır olmaz diyerek hesabı ödedim. Garsona da hesabın tutarı kadar bahşiş vermem onu rahatsız etmişti. Belki de bir daha görmeyeceğimiz garsona bu kadar bahşiş vermemelisin dercesine yüzüme manalı manalı baktı. Bu küçümser bir bakıştı hoşuma gitmemişti...


Kendisine göre yine haklıydı. Alınan şey kadar yapılan hizmet mükafatlandırılmamalıydı. Ama onun bilmediği bir şey daha vardı ve ben hesapları asla açık bırakamazdım. Kapanmaması gereken bir hesap daha vardı. Birazdan söyleyeceklerimden habersizce karşımda öylece gülümsüyordu.

Konuşmak istiyorum dediğimde buyur... ” seni dinliyorum” diyerek gözlerime bakmaya başladı. “Sen kitap okumuyorsun, seninle arkadaş olamayız” cümlesini dediğimde yüzüme manalı manalı baktı. Bu küçümser bir bakış hoşuma gitmemişti...

Ona göre kitap okumamak ayrılık için geçerli bir sebep değildi... Susup beni dinlemesini söyleyerek devam ettim. Tam bir yıl önce burada birbirimiz için söz vermiştik. Sen değişecektin “değişirim... senin içim değişirim” demiştin. “Bana değişenin ne olduğunu söylemeni istiyorum” dediğimde “ne güzel vakit geçiriyoruz. Bir yılda ne kadar hoş şeyler yaşadık” dedi.

Hadi hesabı gözden geçirelim dedim. Son bir yılda, -Ben tam 30 kitap okumuşum Her kitaptan elli yeni bir şey öğrenmiş olsam geçen yıla oranla 1500 yeni bir şey daha biliyorum demektir. Peki sen dedim.” ....”ŞEY” dedi.

-Ben senin ile vakit geçirmek için takımının 36 lig, 3 Avrupa, 6 Türkiye kupası maçını seyrettim. Bunu yaparken kendi uykularımdan çalarak kitap okumamı, kendimi yetiştirmemi aksatmadım. Pek sen dedim, yüzü kızardı, başını eğdi...”ŞEY” dedi

-Ben seninle 15 kez yemeğe çıktım. Senin istediğin yere senin istediğin şekilde katıldım. Seni bununla birlikte dört kez yemeğe çağırdım ikisinde canının istemediğini söyledin birinde arkadaşlarınla eğleneceğini söyleyerek kabul etmedin. Yani senin için 15 kez fedakarlık yaptım.. Pek sen dedim. Yüzü kızardı, başını eğdi... ”ŞEY” dedi

-Ben bu zaman zarfında geleceğimiz için, olacak çocuklarımız için sigarayı bıraktım. Pek sen dedim. Yüzü kızardı, başını eğdi... ”ŞEY” dedi


-Bu yaşa kadar öğrenmiş olduğun şeylerin bilgi olarak seni bu toplumda itibar sahibi yapacak, doğru kararlar verdirecek, çocuklarına ve bana yetecek şeyler olduğunu düşünmüyorum. Pek sen dedim. Yüzü kızardı, başını eğdi... ”ŞEY” dedi.

Sadece yataktaki paylaşımla güzel bir hayat geçiremeyeceğimizi düşünüyorum. Pek sen dedim. Yüzü kızardı, başını eğdi... ”ŞEY” bile diyemedi...

Masadan kalktı, bir şey demeden arkasına bakacak cesaret bile bulamadan giderken seslendim. Senin takım o futbolcuyu hala alamadı.

Arkasına bakıp "ŞEY" bile diyemedi

Bekir K. Ahıskalı
Eylül 2006

Şair Kimdir ?


Şair Kimdir ?

Şair her şeyden önce bir dava adamıdır. İnandığını kaleme aktaran,bunu da yaparken peşinden gelecek olanlara yanlış yön vermeme adına azami dikkat ve itina göstermelidir.

Kendisine bahşedilen, yüreğinden sızarak gelen kelimelerin gücünü sufli emellerine Kullanmayacak kadarda idealist ve şuur sahibidir.

Yazarken; Neyi, nasıl  yazarım? diye düşünürken, milli menfaatlerini öne çıkaran, kaleme aldığı şeylerin kendisinden ziyade topluma kazandıracaklarını düşünen insandır.

Her yaşın, her mekanın ve her devrin ayrı bir mesuliyet ve hassasiyet gerektirdiğini
bilir ve bu istikamette hareket eder. Kendisini yetiştirme adına, hitap ettiği kalabalıklardan daha çok okumalı, daha çok düşünmeli ve tefekkür etmelidir.

Maziden getirdiği desen ve modelleri, istikbale aktarırken zamana ve mekana uyarlamakla kalmaz onların çizgilerinin değişmesine de müsade etmez. Güzel olanı kaleme alırken de yazarken ayrı bir nezaket ve dil kullanmalıdır ki bu O'nun ruhunda var olan, âdete ilahi bir solukla üflenen nefestir.

Şair; günü birlik hesapların ve heveslerin peşinde koşamaz. İnanmadığını yazmayan, sevmediğini söylerken bile muhatabının ruhumda yaralar açmayan insandır.

Şair; muhakkak her güzeli yazmalı ve bu konuda topluma ayna olmakla beraber, sevgide sebat etmekte, vefâ'da değişmez bir mihenk taşı olmakta ve sadakatte bir örnek teşkil etmelidir.

Esasında Şair; Kimi nasıl severim ? sorularına cevap aramaktansa, Kendimi Kime  nasıl sevdirebilirim? hesaplarının peşinde olmalıdır.

Sevgi sözcüklerini kağıda değil muhatabının yüreğine yazdığını düşünen ve bunu yaparken yürekleri kanatmayan, yüreklere yanlış yön vermeyen, yürekleri zamansız mevsim aralıklarına götürmeyen insandır.

Ben; O'nu düşünürken ve O' bir yüreği okşarken asla bu işi o anlık yapan biri olarak düşünemiyorum. O'nun seviyorum demesi; kendisi, muhatabı ve kara toprak arasında bir mukavele mahiyetinde olmalıdır.

İhtiyaç duyulduğunda cephede olabilmeli, kalabalıkları oraya sevk edebilmeli ve yine ihtiyaç duyulduğunda kalabalıkların yüreğinin sesi olabilmelidir.

Şair; geleneklerini, göreneklerini iyi bilen, bunları kendisine malzeme yaparak gelecek nesillerin sinelerinde kaleler ören insandır. İçinde taşıdığı merhamet, belagat, hitabet gibi kabiliyet ve farklılıkları en iyi işleyen insandır.

Şair; yazdığını yaşayan, yaşadığını yazan, özü gibi kalemi de yalan söylemeyen,peşi sıra gelenlere numune-i imtisalidir.

Şair; sevmekten ziyade, sevilmesini bilen, kalabalıkların iç dünyalarına tercüman olan insandır.

Bekir K Ahıskalı
04.03.2006

Lebibe’ye Mektuplar-5 (Çocukluğumun oyunları-2 Kans)





Lebibe’ye Mektuplar-5 (Çocukluğumun oyunları-2 Kans)

Sevgili Lebibe

Bir önceki mektubumda çocukluğumun oyunlarından biri olan mile’den bahsetmiştim.Bu tür oyunların benim geçmişimden günümüze taşıdığım zenginlik ve farklılıklar olduğunu düşünüyorum. Sana bu mektubumda yine çocukluğumun oyunlarından birisi olan Kans’tan bahsetmek istiyorum.


Sevgili Lebibe

Kans oyunu da daha çok erkeklerin oynadığı yine bir değnek ve bir önceki oyunda bahsettiğim mile gibi bir karış uzunluğunda bir ağacın iki ucunun da birbirlerine ters olmak kaydıyla çapraz kesilmeleriyle oynanan bir oyundur. Bu oyunda farklı olan kans dediğimiz parçanın diğer elle tutulmayıp yere uzun ucu yukarı gelecek şekilde konulmasıyla oynanır. Oyuncu elindeki değnekle önce o uç kısma hafif bir vuruş yaparak kansın yerden göğüs seviyesine kadar yükselmesini sağlar ve yere düşürmeden hızlı bir vuruş yaparak mümkün mertebe uzağa gönderir. Uzağa giden kansın yanına varıncaya kadar olan mesafeyi normal adımlarla sayar ve vardığı noktada bu kez kansa hiç dokunmadan yine aynı şekilde vurmayı dener. İki ucu birbirine ters kesilen kansın bir ucu her zaman havalandırmaya müsaittir. Oyuncu her vurduğu noktadan diğerine kadar adımları birbirine ekleyerek sayar. Eğer oyunun başında bir hedef konulmuşsa o adım sayısı hedefine varıncaya kadar devam eder. Burada yine rakip oyuncuda vardır. Oyunu başlatan veya hak kendisinde olan kişi eğer kansı havalandırır da üç kez ıskalayarak vuramazsa, oynama sırası diğerine geçmiş olur. Diğeri de vurabildiği kadar vurur ve hakkını kaybetmesi durumunda ilk oynayana geçer ve ilk oynayan adım sayısına kaldığı yerden devam eder.

Bu oyundan amaç sabit olan ve kontrol altında tutulan hasım veya avın ani hareket etmesi durumunda onu en kısa sürede vurabilmek ve etkisiz hale getirebilmektir. Dolayısıyla çocukluğumuzdan kalma yetişme tarzımız olarak gerek elle gerekse değnekle yapılan atışlarda ki bu atışlarda taş gibi bir silahta kullanılabilir isabet oranı yüksek nişancılar yetiştirmektir.Hemen her çocuk ve genç bu oyunları oynayarak kendini hem eğlendirir hem de yetiştirirdi.

Bu oyunda isteğe bağlı olarak üş kişiyle sırayla oynanabilirse de daha çok ikili mücadeleler tercih edilir. Mile de ise mileye vuran bir kişidir ama onu yakalamaya çalışan ve geriye fırlatanların sayısı birden fazla olabilmektedir.


Sevgili Lebibe

Sana kans dediğimiz parçası daha iyi anlayabilmen için çizmiş olduğum bir resmi gönderiyorum. Oyunlarımız daha çok değnekle oynanan oyunlar olup oyuncunun güvenliği açısından kesici ve delici aletlerle oynanılmamasına dikkat edilir. Bir sonraki mektubumda başka bir oyundan bahsedeceğim. Kendine iyi bakman dileğiyle

Hoşça kal


Kadim dostun

Bekir K Ahıskalı
Kocaeli, 27 Ekim 2009 23 45

Lebibe’ye Mektuplar-4 (Çocukluğumun Oyunları-1 Mile)


Lebibe’ye Mektuplar-4 (Çocukluğumun oyunları-1)

Sevgili Lebibe

Hazan mevsimi iyice belirdi. Gökyüzü yer ile olan mesafesini kapattıyor gibi. İnsanın üzerinde
bir daralma ve sıkışma hissi uyandırıyor. İnsanoğlunun ömrünün son demlerinde böyle bir his hakim oluyor mu diye merak ediyorum.




Sevgili Lebibe

Gelecek günlerin endişesini bugünden yaşamak ve on hissiyatı bugüne yoğunlaştırmak hayatı çekilmez yapıyor. Mümkün mertebe bunları düşünmemeye çalışıyorum.

Bu sabah yolda yürürken ellerinde iki sopayla oyunlar üretmeye çalışan iki çocuğa şahit oldum. Bu bana çocukluğumun oyunlarını hatırlattı. Sana bu oyunlardan bahsetmek istiyorum. Kısmen yerleşik ama yayla zamanını yaşayan bir toplumda geçirdiğim çocukluğumda göçebe hayatı denebilecek ama ailenin tüm fertlerini kapsamayan bir göçebelik yaşadığımı bilmeni istiyorum. Bu ortamında kendine göre üretilmiş ve çocukluktan yetişmeyi sağlayan, gelecek hayata hazırlık safhasındaki bu oyunlardan birisi adıma MİLE (iki ucu da sivri olmayan bir karış uzunluğunda ok) dediğimiz bir oyundu. Mile bir değnek ve bir karış boyunda dayanıklı bir ağaçtan kesilmiş parmak kalınlığında başka bir ağaçla oynanan oyundu. Bir ana oyuncu var ve etrafında makul bir büyüklükte çizgilerle halka çizilir ve bu oyuncu bir elinde değnek diğer elinde mileyi tutar. Önce mileyi göz seviyesi yüksekliğe fırlatır diğer elindeki değnekle de hareket halindeki mileye vurur. Bu oyundan amaç ana oyuncunun hareket halindeki bir cisim veya silahı etkisiz hale getirmek amaçlanırdı. Mileyi havaya attığı zaman en fazla üç kere ıskalama hakkı verilirdi. Üçünde de ıskalayan ana oyuncu oyundan alınırdı. Bu mileyi vuran ana oyuncudan başka tercihe göre bir veya daha fazla rakip oyuncu da vurulan bu mileyi havada yakalamaya çalışırlardı. Eğer yakalarlarsa ana oyuncu yine oyundan atılır ve yenilmiş sayılırdı. Eğer rakip oyuncular yakalayamazlarsa, yanlarına düşen mileyi bu kez ana oyuncuya doğru fırlatarak ana oyuncunun içinde yer aldığı çemberin içine doğru atarlardı. Burada bu kez ana oyuncu gelen mileyi elle yakalamak durumundadır. Elle yakalarsa bu kez rakip oyuncular puan kaybetmiş ve yenilmiş sayılırlardı. Tabi bu ana oyuncunun bu mileyi değnekle yere düşmeden tekrar vurmna hakkı da vardı. Eğer çemberin içine düşerse rakip oyuncular değnekle vuran, değnekle vuran ana oyuncu da yakalayanlarla yer değiştirirdi. Burada ana oyuncu olmak her zaman avantajlı durumda olmak anlamına geliyordu. Çünkü ana oyuncu vuracağı mileyi yaklaşık kırkbeş derecelik bir alandan istediği tarafa ve vurabildiği kadar uzağa atabiliyor ve rakip oyuncuların havadan uçarak gelen bu mileyi yakalamaları zorlaşıyordu. Dediğim gibi oyundan amaç iki taraf oyuncuları içinde biri hareket hakildeki bir cisme vurabilme (adeta kılıç kullanma yeteneğini artırma) diğerleri ise gelen bu cismi kendini yaralamadan bir seferde yakalayıp (gelen darbeyi etkisiz hale getirebilme) etkisiz hale getirmeleri becerisini geliştirmek amaçlanırdı. Bizler bu oyunu oynarken hiç az sayılamayacak kadar seyircilerimiz olur anneler, babalar hatta küçükten büyüğe herkes seyretmeye gelirdi. Becerisi fazla olan oyunu kazanan çocuklarıyla övünen anne babaların yüzlerindeki övünç ve haklı gururu görmeye değerdi.


Sevgili Lebibe

Sana bir sonraki mektubumda başka oyunlarımızdan bahsedeceğim. Bunları hatırlamak ve seninle paylaşmak güzel bir duygu. Umuyorum ki bir gün sende bana çocukluğunun oyunlarından bahsedersin. Merakla bekleyeceğim.


Sevgiyle kal

Kadim dostun

Bekir K Ahıskalı
Kocaeli 26 Ekim 2009 11:30
Lebibe’ye Mektuplar-4

Lebibe’ye Mektuplar-3




Sevgili Lebibe

Bu sabah beklemediğimiz bir şeyle karşılaştık. Muhterem validem sabah uyandığında yüzünün kendisine göre sol yanını hissetmediğini ifade edince
Başımı kaldırıp yüzüne bakma gereği duydum. Görüntü tam bir felaketti dudakları başta olmak üzere çenesinin sağa doğru kaydığını fark ettim. Bu beklenmedik değişiklik bir an önce hekime götürmemi sağladı. Telaşlanmıştım ama kendisine belli etmeden mahallenin sağlık ocağına götürerek hekime gösterdiğimde yüz felci geçirdiğini ve hafif atlattığını bir an önce bu işin uzmanı olan bir nörologa gitmesi gerektiğini söyledi. İnsan o değerin elinden kayabileceğini ancak o an hissediyor.


Sevgili Lebibe


Yıllarca bu şehirde görev yapmama ve çevremin hatırı sayılır derecede hem elit hem de geniş olmasına rağmen ve yine hatta bir hekim tarafından uzmanına sevk edilmesine rağmen uzman tarafında geri çevrilme ihtimali belirince sağlıkla ilgili olmasına rağmen aynı hastanede görev yapan bir arkadaşımdan yardım isteme gereği duydum. Bilirsin ki ben yıllarca böyle ahbap/yandaş çıkar ilişkilerine karşı durdum ama böyle bir durumda o duruşu sergilemek istemiyor insan. İnsanoğlunun mayasında olan da bu galiba çaresizliklerden çıkar yolları aramak.

Yaklaşık bir saatlik beklemeden sonra muayene ettirebildik ve işini iyi bilen ve bizim milletimizin alışkanlık halinden öte yaşam tarzı haline getirdiği başına gelen olayı hikayeleştirerek anlatma geleneğine tepkili ve sadece kendi sorularıyla hastanın derdini en kısa sürede öğrenen bir hekime denk gelmiştik.
Hepsinden annem önemlisi ilk defa bir hekime tavsiye ve kuşkularından bahsetmemişti. Bu benim adıma sevindiriciydi. Çünkü yine bizim toplum yapımızdan kaynaklanan; kimin başına bir hastalık gelse ya aynı mahallede başka birinin başına da gelmiş ve uyguladığı bir tedavi şeklinden sonra iyileşmiştir (ki aslında alakası yoktur) ya da mahallenin nefesi en kuvvetlisine okutturulmuş ve bir şeyi kalmamıştır. Ben bütün bunları dinlemek zorunda kalmadığım için bu sefer şanslıyım diye düşünürken annem;

-Sorsana nedir
-Neyi sorayım anne
-Doktora sor neden olmuş de.
-Anne doktor sana tedavisini ve sebebini az çok söyledi biz ilaçlarımızı alalım
-Ama sor bakalım kapı pencere açıktı ondan mı oldu yoksa dün başım ağrıyordu buz kalıbını yaklaşık on dakika bu yanağıma koydum ondan mı oldu ama ondan olsa daha öncede olurdu buz kalıbı baş ağrısına iyidir


Gülümseyerek doktor beyin odasına girdim sebebini sorduğumda hava akımında kaldığını beyan etti. Annem doktora olmasa da bana yön vermeye çalışmıştı. Annem, ablam ve kız kardeşim Emine ile birlikte arabamıza binerek eve doğru yola çıktık. Annem;

-Allah’ın izniyle bir fetih okursam bir şeyim kalmaz ama ya bu doktor neden tamamen tuzsuz yemekler yiyeceksin dedi ki bilmiyor mu tuzsuz yemek lapa gibi oluyor ben yiyemem. Sonra bol ızgara ve haşlama ye dedi takma diş ile ızgara mı yenirmiş.

Bunları duyunca gülümsediğimi gören annem

-Eşşek sıpası gülme
-Anne Sen reçetede yazanı görmedin galiba günde beş adet sigara da içmeni yazmış.

-Vallahi içmem. Kara getiririm başına sigara içecekmişim ölürüm yine içmem

Annem değil sigara içmek karşı kaldırımda içen birini görse öksürmeye ve boğuluyorum demeye başlar. Sanıyorum ki çocukluğundan kalma bir bilinçaltı vakası. Allah’tan televizyonlarda sigara içeni göstermek durumuna cezalar getirdiler yoksa çocukluğumdan hatırlıyorum kardeşimle ben İyi, Kötü, Çirkin isimli filmi seyrederken annem kovboya bir dünya beddua etmiş ve o gece sabaha kadar uyuyamamıştı. Benimse ona takılmaktaki maksadım moralini biraz yükseltebilir miyim diye uğraşmaktan ibaretti. Yaklaşık sekiz yıldır yürüyemeyen ve gözleri görmeyen babamdan sonra aneminde böyle bir rahatsızlık geçirmesi beni korkuttu. İnsan anne ve babasının böyle olmasına dayanamıyor. Hele onlar yaşlandıklarını kabul etmek istemiyorlar ve yaşlılıklarından bahsedilmesine alınıyorlar gibi.


Sevgili Lebibe

Şimdi diyaliz ve şeker hastası olan babamın diyetinden başka sürekli süt, yoğurt, ızgara, haşlama yemesi önerilen bir anne babanın yanındayım. İkisi de yemek konusunda inattırlar ve doktorların hep bir eksik bildiğini düşünürler.
Annemi yirmibir gün sonra bir daha muayeneye götürmemiz gerekecek. Ağızdaki kayma ve dudaklarını ve bir gözünü hareket ettirememe tedavi edilebilir bir durummuş. Umarım kolay atlatır çünkü ben bu yıl ki kadar ailemde hiç kalmamıştım. Hep başka illerde başka memleketlerde yaşamak durumunda kalmıştım. Onlarla yaşamam ve onların beni anlamaları için sanırım böyle bir şey gerekiyormuş. Benim açımdan da zor olacak. Onların dünyaları ile benim dünyam çok farklı. Onların bahsettikleri ve önemli dedikleri gündelik konuşmalar benim indimde hem zaman öldürmek hem de dedikodu.

Böyle bir durumu iki arkadaşımla telefonda paylaştım bir de sana mektupla yazıyorum. İnsanları bu hallerimizi anlatacak kadar yakın bulmuyorum. İyi ki varsınız. Sizleri seviyorum

Sevgilerimle



Kadim dostun

Bekir K Ahıskalı
Kocaeli, 24 Ekim 2009 saat 23 45

Lebibe’ye Mektuplar-2


Lebibe’ye Mektuplar-2

Sevgili Lebibe

Sana göndermiş olduğum mektubun cevabının gelmesini beklemeden yeni bir mektup yazmak gereği duydum. İnsanoğlu her nedense her ihtimali bilir ve hesaplar ama yine de karşılaştıklarına beklenmedikmiş gibi tepkiler verir. Nasıl ki cahille düşüp kalkan bir gün onun cehaletinin kurbanı olur öylede bunlar beklenmedik şeyler değillerdi. Etrafımızda gelişen olaylar benim bu konuyu bir kere daha düşünme sebep oldu.



Sevgili Lebibe

Edebiyat yoluna çıktığımda daha onüç yaşlarında bir çocuktum. Etrafımla konuşamaz ama her şeyi kalemle anlatmayı denerdim. Denediğim anlatımlar da kendime idi. Bir güzelliği, hoşlanmayı kaleme alıp sonra da onu bir başkasına okumak ayıp sayılırdı. Günümüz çocukları ve gençleri bu konuda çok şanslılar.
O kadar ki onüç yaşında birinin saçlarını taraması bile bir şeylerin alameti diye yüzüne vurulur utandırılırdı. Dörtlükler yazmaya başladım, zamanla çoğaldılar.Kendimi aşmaya başladıklarında da ailemin benim şiirler yazdığımdan haberi oldu. Çocukluğumda içime kapanık bir çocuk olduğumu söyleyebilirim. Toplum benim durumumda olanları öyle tanımlıyor ama bana göre ben içime değil dışıma kapalıydım çünkü ben kendimle konuşabiliyor, dışarıyla konuşmuyordum. Konuşmamak irtibat kuramamak değil, onların değerli saydıklarını ve kıldıklarını değerli kılmamaktan ibaretti. İlkokuldan sonraki üç yılım sabah akşam beş kilometre yürüyerek okula gitmekle geçti.

Ayaklarımızda kara lastikler, üzerimizde bütün bir üç yılı geçirmemize neden olacak ceketler vardı. Ceketler alınırken uzun olmasına dikkat edilirdi ki üç yıl sonra kolları kısa gelmesin. Böyle bir çocukluk hayatım oldu. İnsanlar daha bir saf, daha bir temizdi sanki ya da bana öyle geliyordu zaten çocukların varlığı kabul edilmez gibiydi yokmuşuz gibi davranılırdı. Hangi dönemin adetidir bilmiyorum ama bir dedenin yanında baba çocuklarını görmez/tanımaz gibiydi. Sanki utanılacak bir şeymiş gibi. Cılızlığımız bünyemizden değil fakirlikten ve bakımsızlıktandı.

Lise yıllarım başka ilde geçmeye başladı, İçine kapanık olan ben yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştım. Bu birdenbire olmuyordu sanki görünmez bir zincir varmışta ben kırmakta zorlanıyormuşum gibi hissederdim. Okul voleybol takımına girmemle birlikte o suskun olan benim yerimi ele avuca sığmaz sürekli mantık cümleleri kuran içinden isyanlar başlatan ben almıştım. Çalışkan bir öğrenci idim ama bir o kadarda muhaliftim. Olmadık isyanların içinde bulunur, arkadaşlarımı zor durumlarda bırakmak sonra da kurtarmaktan zevk alırdım. Ortaokul yıllarında başlayan kitap kurtçukluğum lise yıllarımda önü alınamaz bir merak ve hatta takıntıya dönüşmüştü. Yeni bir şeyler okuyor be öğreniyor olmak bende hem farklıyım kanaatini doğurmaya başladı hem de bu farklılığımın farkındalığını. Akranlarımın bilmediği bir şeyi bilmek, onların ifade edemediklerini ifade edebilmek tarifi imkansız haz veriyordu. Hem şiirler yazan, hem farklı olmak için sürekli okuyan hem de sporcu bir genç olmuştum.

Bütün üç yılım yüzlerce anı biriktirmeme neden oldu. Bunları bir yandan da karalıyordum. Sanıyorum ki şair olmamda babamın rolü fazladır. Ben daha ilkokul yıllarımdayken gurbetten izine gelir ve getirdikleri arasında en çok şiirler yazdığı defterlerine önem verdiğini hissederdim. Annemse babama göre daha az romantik gözüken ve babamın yaptığı bu şiir yazma işini karın doyurmayan bir uğraş olarak görürdü. Bunun nedeni annemin hayatında hiç anne bana ve evlat hasreti çekmemiş olmasındandır. Annemin tüm akrabaları ve çocukları ses mesafesindeydiler. Annemin çocuklarına sevgi sözcükleri kurduğunu hatırlamıyorum o; çocuk içten sevilir gibi bir söz söyler ve buna iman ederdi. Babamsa sert, kendi şakacı ve dalgacı çocukluk ve gençlik yıllarının tersine, ciddi, çocuklarının bile aynı anda konuşmalarına tahammülü olmayan bir babaydı. Böyleydi benim çocukluğum. Konuşmak istese de dinlenmeyen, büyüklerin yanında yokmuş gibi davranılan, karnı doyurulduğunda çok şey verildiği düşünülen gerçekte öz, uygulamada üvey bir yaşam. Bu tüm o yörenin insanının çocuklarına reva gördüğü muameleydi. Yoklukların getirdiği çok çalışma ama emeğinin karşılığı bir avuç buğdaydan öte gidemeyen sabah çocuklarını kundaklayıp beşime yatıran (buna bağlamakta diyebilirim) ve akşama kadar onun temizliği göz ardı edilen ancak akşam beşikten çözülen bir çocuklardık.

Lise yıllarım ayaklarımın üzerinde durmamı, kendi iç isyanımı başlatmamı ve kendimce ihtilaller gerçekleştirmemi sağlayan yıllar olmuştur.


Sevgili Lebibe

Böyle bir yaşamdan sonra üniversite yıllarımın gelmiş olması üstelik çok fazla üniversiteli olmayan bir ortamda bunu sağlamış olmam kendime güvenimi tamamlamamı sağlamakla kalmadı o toplumda ister dinleneyim ister dinlenip dikkate alınmayayım sizin bildiklerinizden farklı bilgiler ve donanıma sahibim kuruntusunu veriyordu. Şiirin bir hane ev olduğunu düşünürsek lise yıllarım o kapının eşiğini yuttuğum yıllardı diyebilirim. Her şeyi alan öğrenen ve adeta vakumlayarak yutan bir merakım vardı.

Sana haftada üç mektup yazmaya karar verdim.Bütün bunları seninle paylaşıyor olmak bana haz veriyor. Beni dinleyen bir dostum ve yarenim var.

Sevgi ve muhabbetlerimle





Bekir Kale Ahıskalı
23 Ekim 2009 Cuma 16:50


Not: Sana çocukluğumun bir hatırasını gönderiyorum. Ablam Emriye, ben ve kardeşim Sertaç